Türkiye’nin Bölgesel Güvenliği Sağlama Sorumluluğu

Türkiye’nin Bölgesel Güvenliği Sağlama Sorumluluğu

Türkiye’nin son dönemde bölge politikasında askeri aktivizmi öne çıkaran bir tutum sergilediği genel kabul görmektedir. Bu aktivizm, özellikle melez çatışmaların ve vekalet savaşlarının yoğunlaştığı, bölgesel rekabetin çok katmanlı bir yapı içerisinde devam ettiği Arap Baharı sonrası dönemde gelişerek dış politika ve güvenlik stratejileri bağlamında temellenmiş olması dikkati çekmektedir.

Askeri aktivizm stratejisinin bölgesel ve sınır aşırı krizlerin çözümü için tercih edilmeye başlandığıyla ilgili bir analiz yayınlayan Financial Times, Türkiye’nin askeri operasyonlarla bölgesel dengeleri değiştirici hamlelerde bulunduğunu ve uluslararası düzeni sarstığını ileri sürüyordu. National Interest için Türkiye’nin Ortadoğu politikasını analiz eden Seth J. Frantzman ise Ankara’nın artan meydan okumalara ve tehditlere karşın bölgesel hedefleri doğrultusunda askeri, siyasi ve ekonomik kabiliyetlerini kullanarak etkisini genişletme noktasında kararlı ve istekli olduğunu belirtiyordu. Her iki analiz de Ankara’nın son adımlarının bölgesel çapta başarılı sonuçlar ürettiğini ifade ediyordu.

Türkiye’nin öncelikleri ve itici faktörler

Ankara için bölgesel güvenlik denkleminde yaşanan sorunlar ve artan güvenlik endişeleri ulusal ve bölgesel hedefleri doğrultusunda daha aktif olmayı zorunlu kılmıştır Nitekim her ne kadar dış politikada birtakım zorluklar, kırılmalar ve meydan okumalarla karşı karşıya kalınsa da AK Parti dönemi boyunca karar verici aktörler için birincil öncelik Türkiye’nin “bölgesel ve küresel rolünü genişletme” amacı süreklilik arz eden bir hedefi olmuştur. Bu hedef değişen iç politika ve uluslararası sistemin şartlarından etkilenmesine rağmen dış politikanın bütüncül ayaklarından ve ana motivasyon kaynaklarından bir tanesi olarak varlığını sürdürmektedir. Bu çerçevede Ankara için karşı karşıya kalınan riskleri minimize etme amacı da bölgesel hedeflerine ulaşma amacı ile doğrudan ilişkilidir.

Bu noktada Ankara açısından en kırılgan ve zorlayıcı olan nokta hiç şüphesiz Suriye, Libya ve Yemen gibi ülkelerde yaşanan iç savaşın istikrarsızlığı bölgesel çapta kurumsallaştırmasıdır. Bu istikrarsızlıklar, Arap Baharı öncesinde yumuşak güç unsurlarının ön planda olduğu anlayışta önemli bir kırılmaya yol açmış ve meselelerin güvenlik boyutunu öne çıkarmıştır. Özellikle bölge ülkelerinin yaşanan kırılganlığın önüne geçmekten yoksun olması ve güvenlik ihtiyaçları noktasında büyük güçlerin yardımına muhtaç olmaları yaşanan istikrarsızlıktan etkilenen Ankara’nın artan meydan okumalara karşı ofansif yanıtlar vermesini gerekli kıldı.

Bunun ilk belirtileri ise sınırlarının dışında askeri etkinliğini artırması ve hakimiyet alanlarını oluşturmaya dönük bir askeri aktivizm stratejisine odaklanması oldu. Carnegie Enstitüsü’nden Marc Pierini, Ankara’nın Suriye’de askeri operasyonlar yapmasını ve Doğu Akdeniz’de askeri ölçekli adımlar atmasını bu stratejinin bir parçası olarak değerlendirmektedir. Hiç şüphesiz Ankara’nın tehditlerin dengelenmesi ve önlenmesi için sınır dışına muharip güç konuşlandırması, askeri üsler kurması ve Suriye’nin kuzeyinde terörden arındırılmış bölgelerde istikrarın sağlanması için sosyo-ekonomik atılımlar gerçekleştirmesiyle elde ettiği başarı da bu aktivizmi daha tercih edilir hale getirdi.

Güvenlik ve istikrar sağlama sorumluluğu

Türkiye’nin Katar ve Somali’de askeri üsler kurması ve son olarak Libya’ya askeri personel göndermesi de Ankara’nın bölgesel güvenlik boyutunda bu tercihi daha etkili kullanmak istediğini göstermektedir. Bir anlamda Ankara askeri kapasitesini ve kabiliyetlerini artırdıkça geçmişten farklı olarak bölgesel güvenlik mimarisinde sorumluluk almaktan ve bölgede güvenlik garantileri sunabilecek bir aktör olmaktan kaçınmayacağının mesajını vermektedir. Bu yaklaşımın en önemli tarafı ise söz konusu yaklaşımın sınır bölgeleri ile sınırlı olmaması ve sınır aşırı/deniz aşırı alanları da kapsamasıdır.

Türkiye’nin Katar’ın güvenliğine yaptığı katkı ve 2017 yılında Körfez ülkelerinin saldırganlığı ekseninde Katar’ın merkezinde yer aldığı olası bir istikrarsızlık sürecini önlemede üstlendiği sorumluluk bunun en açık örneğidir. Yine Somali’nin istikrarına kavuşması için bu ülkeye eğitim, lojistik ve askeri anlamda katkı vermesi ve bu ülkede bulundurduğu askeri üs ile bölge güvenliği için birtakım garantiler sunmaya başlaması bu stratejinin bir uzantısıdır. Ukrayna ile son dönemde gelişen askeri ve siyasi iş birliği, Doğu Akdeniz’de askeri ve enerji denkleminde bir denge unsuru olarak öne çıkılması ve Libya ile olan anlaşma kapsamında bölgenin istikrarına katkı yapmak için harekete geçilmesi de güvenlik ve istikrarın temin edilmesinde bütüncül bir anlayışın olduğunu işaret etmektedir.

Gelişen savunma sanayi ve stratejik etkileri

Tüm bu alanlarda ortaya çıkan fotoğraf, Türkiye’nin Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’e yönelik duruşunun askeri ölçekte değiştiğini ve doktrin haline geldiğini göstermektedir. Bu doktriner mantık doğrultusunda Ankara, gelişen askeri kapasitesi ve teknolojisine bağlı olarak elindeki yeni savunma araçlarını da kullanmaya özen göstermektedir. Bu çerçevede İHA ve SİHA’ların kullanımı, yeni üslerin açılması, muharip güç bulundurulması, yeni nesil deniz altının faaliyetlerine başlaması önemli işretelerdir. Yine bu çerçevede donanma unsurlarının güçlendirilmesi için Çok Maksatlı Amfibi Hücum Gemisi TCG Anadolu’nun testlerine başlanması ve yeni nesil savaş uçağı olarak gösterilen TFX muharip uçağı projesinin de içerisinde yer aldığı hava, deniz ve kara unsurlarıyla ilgili projelerin devam etmesi Ankara’nın bölgesel düzeydeki rolüne olumlu etki edecektir.

Türkiye açısından bölge ülkelerinin güvenliğinde merkezi rol oynamasının ikinci bir yolu ise gelişen savunma sanayisinin pazar etkisidir. Türkiye’nin son dönemde Ukrayna, Malezya, Katar, Pakistan gibi ülkelerle askeri savunma alanında anlaşmalar yapması ve Güney Amerika, Afrika, Uzak Doğu, Orta Asya ve Doğu Avrupa pazarlarına ihracat yapması Ankara’nın bölgesel güvenlikte kilit oyunculardan biri olma imkanını da artırmaktadır. Nitekim güvenlik açığı yaşayan ülkelerin ihtiyaçlarına cevap verebilme ve bu eksende bir güven ilişkisini tesis edebilmek Ankara’nın bölgesel güvenlikteki konumunu güçlendirecektir.

Nitekim Ankara’nın bölgesel güvenlikteki etkisini belirleyecek unsurlardan biri de rakiplerinden farklı veya alternatif araçları ne denli kullanabildiği meselesi ile yakından ilişkilidir. ABD, Rusya, İngiltere, Fransa gibi büyük güçleri uluslararası ilişkilerde farklı kılan yapılardan bir tanesi Körfez, Afrika ve Asya ülkelerine sundukları güvenlik taahhütleridir. Türkiye’nin de yükselen bölgesel bir güç olarak bu noktada rasyonel davranması gereklidir.

Türkiye’nin hedefleri ve olası riskler

Türkiye, bölgesinde güvenliğin ve istikrarın temini için güvenlik garantileri sunan bir role ulaşmayı takip ederken bölgesel ve küresel çapta birtakım zorluklarla karşı karşıya kalacaktır. Bölgesel politikasının karşı karşıya kalabileceği riskler genel olarak bölgenin yapısı ile yakından ilişkilidir. Bulunduğu bölge itibariyle birden çok bölgesel aktör ile aynı jeopolitik hinterlandı paylaşan Türkiye, bu çerçevede bir taraftan İran ve Körfez bloğu ile diğer taraftan ise Doğu Akdeniz’de şekillenen Mısır-Yunanistan-İsrail ve GKRY ekseni ile rekabet halindedir. Bu aktörlerden Suudi Arabistan, İran, İsrail ve Mısır bölgesel rekabet ortamında Türkiye’nin karşısındaki ana rakipler olarak değerlendirilebilir. İran ile ikili ilişkilerde yapısal sorunlar az gibi görünse de bölge yaklaşımları birbirinden farklıdır ve tarihsel olarak rekabet içerisinde bulunan iki bölgesel güçtür.

Suudi Arabistan ve İsrail ise Türkiye’yi kendileri için rakip ve tehdit olarak gören ülkelerdir. Mısır, BAE ve son olarak Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin de etkisi ile Yunanistan ve GKRY bu eksene yakın durmaktadır. Yemen krizinde ciddi bir sınav veren Suudi Arabistan’ın askeri kabiliyetlerinin yetersizliği ve güvenlik ihtiyaçları ekseninde Körfez’deki diğer müttefikleri ile birlikte dışarıya bağımlı olmaları Türkiye karşısındaki etkilerini sınırlandırmaktadır. Ancak burada Türkiye’yi asıl ilgilendiren mesele İsrail ile Körfez ülkeleri arasında başlayan yakınlaşmadır. İsrail askeri gücü bağlamında önemli bir aktör olsa da derin güvenlik korkuları ve sorunları, Ortadoğu-Kuzey Afrika denkleminde başat bir aktör olma potansiyelini sınırlı hale getirmektedir. Ancak Körfez ile yakınlaşması bölgesel dengelere etki edebilir ve Türkiye’nin bölgesel hedefleri açısından zorlukları artırabilir.

Moskova ve Washington denklemi ve ilişkilerin rasyonalitesi

Diğer taraftan Türkiye için asıl zorluk, Rusya, Fransa ve ABD’nin bölgedeki etkileriyle ilişkilidir. Türkiye, ABD ve Fransa NATO ittifakının bir parçası olsalar da taraflar arasında artan güven sorunu ve Türkiye’nin artan bölgesel rolü Ankara’nın Washington ve Paris tarafından bölgede bir rakip olarak görülmesine neden olmaktadır. Fransa, özellikle Türkiye’nin Kuzey Afrika’da artan etkisinden rahatsızlık duyarken, Doğu Akdeniz ve Libya konusunda Ankara ile çatışması da bunun işaretlerini vermektedir. Ankara ile Washington’ın bölge politikalarındaki farklılaşma ise Ankara’nın güvenlik politikasını etkileyen asıl unsurlardan biri olmuştur. Washington yönetiminin Suriye, Irak ve genel bölge politikasının Ankara’yı rahatsız etmesi ikili ilişkilerdeki gerilimi artırmaya devam etmektedir. Buna ek olarak, ABD’nin Ortadoğu ve Körfez ülkeleri için güvenlik garantileri sunması ve Ortadoğu’nun Washington’ın küresel hegemonyasının sürdürülmesi noktasında Asya-Pasifik ve Avrupa bölgesi ile birlikte hayati öneme sahip olması bölgesel rolünü genişletme arayışında olan Ankara’nın hassas hareket etmesini zorunlu kılmaktadır. Nihayetinde Türkiye bir yandan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın işaret ettiği gibi “imkanlarını güneyindeki coğrafyanın istikrarı için seferber etmeyi sürdürürken” diğer taraftan da bu bölgedeki büyük güç rekabeti içerisinde iş birliği/rekabet dengesine dikkat etmek zorundadır.

Bu noktada Türkiye’yi ilgilendiren bir diğer aktör ise Rusya’dır. Son yıllarda Moskova-Ankara arasındaki ekonomik, siyasi ve enerji alanlarındaki iş birliği geliştirilse de Suriye, Ukrayna ve Libya krizlerinde tarafların farklılıklardan da anlaşılacağı üzere Moskova’nın bölgesel hedefleri Ankara ile kazan-kazan mantığına dayalı değildir. Her iki tarafta ikili ilişkilerine özel önem verse de temelde bölgesel rakiplerdir. Moskova, aynı zamanda Ukrayna ve Suriye krizleri bağlamında elde ettiği kazanımları genişletme ve küresel alanda kendisini bir alternatif olarak konumlandırma arzusundadır. Bu çerçevede Körfez ve Ortadoğu ülkeleriyle askeri alandaki iş birliğini genişletirken, Ankara’nın Batı ile ilişkilerindeki gerilim alanlarından da fayda sağlamaktadır. Bu nedenle Türkiye, Rusya ile ikili ilişkilerini geliştirmeye önem verse de siyasi, ekonomik ve güvenlik alanlarında asimetrik bir bağımlılıktan kaçınmalıdır. Bu anlamda Batı ile ilişkilerindeki kırılmalarda Rusya’yı bir alternatif görmekten ziyade denge unsuru olarak kullanmayı sürdürmesi daha rasyonel bir tercih olacaktır.

Nihayetinde eğer Ankara, Katar ve Somali gibi ülkelerde olduğu gibi güvenlik garantileri sunmak ve bölgesel istikrara katkı yapmak istiyorsa otonom kabiliyetlerini artırmak durumundadır. Bunun için bir taraftan güç konsolidasyonuna ağırlık verirken, diğer taraftan da bölgesel rolünü, konumunu ve elindeki güç unsurlarını dikkatle kullanmak, eylem ve hedeflerinde rasyonel davranmalıdır.

NOT: Bu yazı daha önce Global Savunma dergisi tarafından yayınlanmıştır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir